Sunday, November 3, 2013

Yosun

Aynaya baktım biraz önce. Gözlerimin altındaki yeşil renk dalgalarını inceledim. Biraz üzerine düşündüğümde gözlerimin altında yosundan bir orman yeşermekte olduğunu fark ettim ve hayır bu kez hüzünlenmedim.

Gözyaşı yosunu nemli havalarda yetişir .Uykusuzluk ve mutsuzluğun aynası olan göz altlarınıza ilk önce ufak , dehşetengiz mor tohumlar bırakır. Haftalar geçtikçe mor tohumlar açılır, serpilir, büyürler ve bir bakmışsınız dalga dalga büyüyen bir ormana dönüşmüşler. Bu kadar hüznün içerisinde, büyüyebilen bir orman zor bulunur. İşte ben o yüzden, her yerde yetişmeyen bu nadir ve değerli bitkiyi her gün sulamayı hiç ihmal etmiyorum.

Çok dipteyim.. Kendimi bırakıp burada bile dinlenmeyi bilmiyorum. Bu kadar derinde nefes almak bile zor gelirken, hayatta kalma içgüdüm o kadar baskın geliyor ki ,tırnaklarımı kanatırcasına tutunup tırmanmayı deniyorum ve her defasında daha sert düşüyorum. Her düştüğümde vücudumdan mı ruhumdan mı geldiğini bilmediğim kırılma sesleri duyuyorum. Aptal gibi yüzümün korkunç görüntüsünden bile orman yeşertmeye çalışıyorum. Belki bıraksam kendimi, zorlamasam daha fazla, öğrensem burada yaşamayı, iklimine, karanlığına, yosununa ,bitki örtüsüne alışsam yaşamaya devam etmenin bir yolunu bulurum. Biri ellerimi bağlasa mesela, her tırmanmaya çalıştığımda ayaklarımdan aşağıya çekse, bu aptal mücadeleme ve ilkel yaşama iç güdüme bir son verse belki kurtulurum.

Gözyaşı yosunu karanlık sever. Ben çıkışı ışıkta aramaktan vazgeçtim , karanlığa yürüyorum.

Olur da geri dönmeye çalışırsam, tut beni. 

Kim bilir, belki o zaman kurtulurum..



Thursday, October 3, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum – 4

Ekim ayı itibariyle Berlin'de 1 senemi doldurmuş bulunuyorum. O kadar çok şey yaşandı ki bu bir senenin içinde beni değiştiren, büyüten..

Herşeyden önce hayat mücadelesinin dibine vurdum. Koskocaman bir master tezi yazdım, başarıyla mezun oldum, Familiengarten gibi muhteşem bir yerde 6 ay staj yaptım, yoğunlaştırılmış Almanca kursuna gidip orta seviyeyi bitirdim, para sıkıntısı çektim , sokak sokak dolaşıp iş aradım. Yeri geldi bebek bakıcılığı , balıkçıda garsonluk ve bir ortaokulda yardımcı ingilizce öğretmenliği yaptım.

Annemin kucağından iner inmez, koşmaya başlamamı beklemiyordu elbette kimse. O yüzden ben de ilk önce emeklemeye başladım. İlk defa taşa değen ellerim acıdı , emeklemeye çalışırken yere sürten dizlerim kanadı , canımı yaktı . İşte ben o zaman, olduğum yerde hiç utanmadan çocuklar gibi saatlerce , sesim kısılana kadar ağladım. İçim soğuyana kadar, hem de hiç durmadan.. Sonra yerden kalkıp, kanayan dizlerimi güzelce temizledim, üstümü başımı sirkeledim ve yoluma devam ettim. Kendimi devam edemeyecek kadar yorgun hissettiğimde bana hep umut ve güç veren sağlam dostlar edindim, özlemini çektiğim ailemin yerine koyduğum birbirinden güzel insanlar girdi hayatıma.

Şimdi geriye dönüp tüm bu hikayenin nasıl başladığına baktığımda, aslında mücadelenin dört yıl önce 'O'nunla tanıştığım gün başladığını anlıyorum.

2009 Eylül ayı, başımda esen kavak yellerinin başlangıç tarihi olarak kabul edilebilir. Eylül'den Mart'a kadar geçen 6 ay , damardan ağır dozda aşk almam sebebiyle , şuursuzluk derecesinde mutlu ve en damar Müslüm Baba şarkısından daha acı dolu bir ruh halinin , yüzüme çarpık bir gülüş ve gözlerime tekinsiz bir ifade olarak yerleşmesiyle özetlenebilir. Zira bu tekinsiz ifade annemi fazlasıyla ürkütmüş, düzenli aralıklarda “ yavrum kendine gel, bir garip bakıyorsun, ben kendi kızımı istiyoruuuum bu sen değilsin “ serzenişlerine sebep olmuştu.

Sevildiğimi biliyor ve çok seviyordum. Ancak günler sayılıydı, Umut Ankara'ya Erasmus öğrencisi olarak değişim programıyla gelmişti ve geri dönecekti. Üstelik o Ankara'yı terketmeden önce, ben Erasmus programıyla Mart ayında Budapeşte'ye gidecektim. Elimizde avucumuzda epi topu bir kaç ay vardı.

Avucumuzun içinden her gün kayıp giden o bir kaç aya neler sığdırmadık ki.. Sarhoş olup sabahlara kadar dans ettik, Ankara ayazında donmuş burunlarımızı çeke çeke Kızılay'dan Kuğulu Park'a yürüyüp birbirimize sokularak çay içtik, ortak arkadaşlarımızla birlikte okey oynadık, gezilere katıldık. Sırayla Kapadokya, Amasra ve Olimpos'a gittik. Ders çalışma bahanesiyle evden kaçabildiğim günlerde, gözlerimiz kapanana kadar Dexter ve Breaking Bad izledik, gece yarısı acıkınca birlikte mutfağa girip deneysel tarifler denedik. Kampüste buluşup, derse girmek yerine saatlerce tavla oynadık, finaller yaklaştığında birlikte sabahladık. Günler kayıp gittikçe birbirimize daha sıkı sarıldık, hem de öyle sıkı ki sanki bir diğerimiz her an kaçıp gidecek bir daha geri gelmeyecek gibi.

Sayılı günler çabuk geçti.. Erasmus işlemlerim için gereken evrakları toplarken güçlü olmaya çalışıyordum ama ayrılık çanları o kadar güçlü çalıyordu ki nefesim kesiliyor, rengim soluyordu.

Sonunda uçak biletim alındı ve gidiş tarihim netleşti. Son günümde tüm aile bizim evde toplanacağı için onunla bir gün önce vedalaşmaya karar vermiştim. Plan yapmıştık, ben gittikten sonra o da dönem bittiğinde Viyana'ya gelecek, orada buluşacaktık. Ben bu planların gerçekleşeceğine inanamıyordum, hem gerçek olsa bile bir daha asla aynı şehirde birlikte yaşayamayacak, bir daha her istediğimizde birbirimizi göremeyecektik. Bir kaç gün daha birlikte olabilmek için Erasmus hayalimden bile vazgeçmeyi düşündüm bir süre ama sonra ilk giden ben olursam eğer daha az acı çekeceğime karar verdim.

Vedalaştık.. Eve dönerken kulaklarımın uğuldadığını hatırlıyorum, eski türk filmlerindeki en ağır dram sahnelerinden birinde bir baş roldüm adeta, bozulmasından korktuğum mutluluğum bozulmuştu ve fevkalade acı çekiyordum efenim. Ertesi gün tüm aile bizde toplandı, kimseyi gözüm görmüyordu. En sonunda ayrılığa daha fazla dayanamayan sevgilim ; size geliciğim, babanla da tanışırım öldürecek hali yok ya dedi. Annem, kuzenim ve sevgili arkadaşım Derya ile babam için hemen bir senaryo yazıp Umut'u Derya'nın arkadaşı olarak takdim ettik kendisine.

O gün , bizim evde annemin yaptığı mis gibi poğaçalar taş olup oturdu midemize.. Bir gün sonra yollarımız ayrılıyordu ve biz misafircilik oynarken metanetli davranmaya çalışıyorduk. Nasıl oldu hatırlayamıyorum ama ertesi gün sabaha karşı yola çıkacak olmama rağmen annem ve babam dışarı çıkmama izin verdiler o gece. Bir kez daha görüşecek olmanın ferahlığı içinde Umut'u yolcu ettim.

Akşam benim için bir veda gecesi yapılacaktı. Bir kaç arkadaşım, kuzenim, teyzem ve o hep birlikte Kızılay'da buluştuk, fasıl yapan bir mekana, Sakarya'daki Çıngı'ya gittik. İki duble rakıdan sonra ayrılığın kelime anlamı kafamda zonklama, midemde yanma , kalbimde sıkışma , gözlerimde yaşlar ve diğer tüm yan etkileri ile birlikte aramıza oturdu, kovduysak da bugün git yarın gel dediysek de laf dinletemedik.. Altı ay boyunca korkulan oldu ve sımsıkı tuttuğumuz ellerimiz o gecenin sonunda ayrıldı.

Sabah annem havaalanına gitmek için uyandırdığında hala sarhoştum. Yolda havaalanına giderken, pasaport kontrolünden geçerken, uçak havalanırken aklımda hep aynı soru vardı :

  • Peki ya şimdi ne olacaktı ?


Devamı gelecek..



Saturday, August 31, 2013

Gemi





Benim bir dünyam var , içinde bütün bulutlar pembe , bütün hayaller gerçek .. Dönmeyen bir dünyam var benim , zamanın akmadığı , herkesin en mutlu anında donup kaldığı , gözlerinde kaybettiklerinin hüznü olmadan gülümseyebildiği kocaman bir yer.

İşte orada duruyorum ben , kimse nerede olduğumu bilmiyor.. Kimsenin aklına gelmiyor aramak, oysa ben arıyorum durmadan , neyi aradığımı bilmeden arıyorum. İnsanlar geçip gidiyor yanımdan , yüzlerine bakıyorum.. Haykırıyorum, yardım istiyorum.. sesim çıkmıyor. Gidiyorlar , canım yanıyor.. Biri var ki ben bırakıp gidemiyorum, duruyorum öylece.. Sadece duruyorum..

Çocukken dinlediğim bütün masal kahramanlarıyla içli dışlıyım.. Külkedisinin yerine geçiyorum gece 12'ye kadar , prensiyle buluşsun diye üvey annesini idare ediyorum. Kötü kalpli cadının pamuk prensese vereceği kırmızı elmayı çalıp yiyorum afiyetle. Uyuyan güzelin eline batmadan önce zehirli iğne , alıp elinden kalbime batırıyorum..

Uyuyorum kalbimin acısı dinene kadar, günlerce ,aylarca , belki de asırlarca uyuyorum. Kırmızı başlıklı kızın peleriniyle geziyorum büyülü ormanda , hain kurdu peşime takıyorum. Ağaçlarla konuşuyorum, yıldızlarla , geceyle .. Diyorum ki bütün masallar mutlu bitmeli.. Bütün masallar mutlu .. Bitmeli..

Arkadaşlarım , hatıralarım , sevdiklerim , tüm kayıplarım el sallıyorlar bana kocaman bir gemiden.. Küçülürken gemi ufukta, vedalaşamıyorum, bırakamıyorum bir türlü .. Atsam kendimi denize, yetişir miyim ki...

Boğazımda bir düğüm, duruyorum.. Sadece duruyorum..

Arkasından el salladıklarımla , yanımdan geçip gidenlerin arasında bir yerlerdeyim..

Biri var canımın en içiyle sevdiğim ...

Onun yanında bile gurbetteyim ...

Wednesday, July 31, 2013

Zaman'ın midesinde


Yazamadım bir süredir.. Çünkü zaman beni yuttu, nasıl olduğunu bile anlamadan midesine indiriverdi. Ben farkına bile varamadan öğütmeye başladı beni , allahtan şu günlerde sindirim konusunda sıkıntı yaşıyor da ben de elinden kurtulup bir iki satır yazabiliyorum buraya.

Ben zamanın midesinde yavaş yavaş öğütülürken neler oldu.. Memleketimdeki zalimlik oranı öyle bir arttı ki , herşeyi bırakıp buraları terk etmeyi karar verdim. Gurbet kuşu olmanın başta bana kimseye bir faydası olmayacağına burada kaldığım sürece bi halta yaramayacağıma kanaat getirip arkama bakmadan Berlin'den ayrılmak istedim. Ağladım zırladım, tepindim , uzaktan izlediklerime isyan ettim ama bavulumu bir türlü toplayıp da gitmedim, gidemedim. Vicdanım kapıya doğru her hamle yaptığında, bedenim kapı kollarına , pencere pervazlarına yapıştı , tüm ağırlığıyla ruhumun üzerine abandı , kıpırdayamadım. Gidememek bünyemde çeşitli yan etkilere sebep oldu ; öyle uzun cümleler kurdum o kadar çok konuştum ki kendi sesim yüzünden şiddetli baş ağrılarına mahkum oldum. İş yerindeki Avrupa vatandaşlarına direnişi, polis şiddetini, yaşanan zulmü her gün düzenli olarak anlatmayı kendime görev edindim bir süre. Yüzüme uzaylı gibi bakmalarına aldırmadan, her sigara molasında, her öğle yemeğinde bıkmadan usanmadan gördüğüm şanslı kişilere türkiye gündeminin tüm ayrıntıları nefesim kesilene kadar , gözlerim yaşarana kadar anlattım. İçimde ağırlık gider sandım, gitmedi .Vicdanım ilk önce midemin ortasına koca bir taş olarak çöreklendi , yetmedi boğazımda yumruk oldu nefesimi kesti.

Neden gidemedim diye kafa yordum bi süre.. Annem ve babamın yavrum yapma etme, bizi üzme buraya gelip de kendini mi tutuklatacaksın telkinleri mi etkili oldu acaba diye düşündüm önce. Cevabı bulmam uzun sürmedi , daha önce gitmeyi başarmış , işin öyle bavul toplayıp uçağa atlamakla bitmediğini , gitmenin her defasında hayata yeni ancak sanıldığı gibi beyaz olmayan, simsiyah bir sayfa açmak anlamına geldiğini ve o sayfanın beyaza dönüşüp , içi doldurulabilecek kıvama gelmesi için uzun uzun beklemek gerektiğini bir gurbet kuşu olarak tecrübe etmiştim. Uzun lafı kısası, yemedi.. Yemeyince ben de kendimi zamanın kocaman ağzından içeri attım, beni yutsun diye bekledim bi süre. Sonra bir baktım midesindeyim, öyle bir öğütmüş ki beni midemdeki taş unufak olmuş , suçluluk duygusundan eser kalmamış, hüzün hala orada bi yerlerde ama yine de gözle görülür bir hafiflik var üzerimde. Zamanın midesinde insanın gözünün önünden geçen film şeritleri yok, kendini sorgulamak zorunda kalmıyorsun , tek yapman gereken başta acı gelen mide öz suyuna kendini şöyle usulca bırakmak. Sonrası kolay, bi önceki günün diğerinden farklı olmadığı bir sürü minik ayrıntının bir araya gelip de hiç birinin bellekte iz bırakamadığı anlar topluluğu.. Tamamen zararsız ve acısız. Yalnız insan pek yaşadığını hissedemiyor, onu da ufak bir yan etki olarak belirtmek zorundayım. Her ilacın bir yan etkisi vardır ne de olsa..

Bugünler de ara sıra çarpan hüzün şokları , durup dururken yüzümde güller açtıran mutluluk dalgarıyla zamanın midesindeki stabil durumumu malesef koruyamamaktayım. Bu duruma sevinsem mi üzülsem mi bilemiyorum ancak zamanın sindirim sisteminde oluşan bu ufak sıkıntıdan şikayetim olmadığı gibi kendisine talcid ikram etmeye de hiç niyetim yok.


Ben , bir kısmı zaman tarafından öğütülmüş ruhum ve tüm hücrelerim ile birlikte tekrar yaşadığımı hissediyorum. Bu da iyiye işaret olsa gerek..




Wednesday, May 1, 2013

Yeter ki tadımız olsun!

Bu satırları şu anda Ankara'dan baba evinin balkonundan çocukluğumun geçtiği mahalleyi izleyerek yazıyorum. Tam önümde her köşesinde küçük ayak izlerimizi taşıyan yemyeşil bahçe, biraz ilerisinde içinde yalnızca demir bir kaydırağın bulunduğu çocuk parkı ve caddenin diğer tarafında babannemlerin evi.. okul yolum, saklambaç oynarken sürünerek dizlerimi kanattığım kaldırımlar.. Şöyle bakıyorum da , yıllara meydan okurcasına, hiç değişmeden aynı çocukluğumdaki gibi karşımda hepsi.

Oysa ne çok şey değişti hayatımızda, o ağaçların tepesinde uydurma şarkılar söyleyerek duygulanıp gözleri dolan, terlik fırlatma oyunundan ayrı bir zevk alan, her gün başka maceraların, düşlerin peşinde çılgınca oyunlar oynayan o çocukların hepsi şimdi sabah sekiz akşam altı rutinlerinde hayat mücadelesinin peşine düşen yetişkinler oldular. Biz belki birbirimizin izini kaybettik ama ben buradan hafızamı azıcık zorlayıp geçmişe baktığımda minik ellerimizin toprağı eşelerken bıraktığı izleri dahi görebiliyorum.

Biraz önce kütüphanemdeki eski kitaplarımı incelerken ilkokul ve lisede yazdığım günlükler geçti elime. Yıl 1997, bugün okulda Emel ile nöbetçi idik... ile başlayan bir cümle..kargacık burgacık yazısıyla hislerini yazıya dökmeye çalışan ben ve şimdiki gurbet kuşu buluşmuş olduk böylece bir tesadüf eseri. Günlüğün ilk sayfası anneme uyarılarla doluydu. O kadar çok güldüm ki ilk sayfadan itibaren..geçmişi düşündüğümde hissettiğim olağan hüzün duygusu yerini kahkaha krizine bıraktı. 9 yaşındaki çocuk halimin zorluklarla baş edişindeki mizah bana bambaşka bir hayat dersi verdi..

  • Anne lütfen bak yalvarırım okuma!
  • Annem okuduğunu biliyorum, beni çok kırdın haberin olsun..
  • Anne bak okumazsan benden sana bi öpücük bedava!
  • Oku anne oku, belki biraz akıllanırsın! 


Geçen yılların verdiği kayıpların en büyük kanıtı, babannemin gittide buruşan kar beyaz elleri, her geçen gün ışığını biraz daha kaybeden o güzel yemyeşil gözleri sanırım.. Geçtiğimiz yıl aniden beyninde pıhtı atması sonucunda yaşadığı felç ve konuşma merkezinin tamamen hasar görmesiyle birlikte yaşadığımız çöküntü, hayatımızda artık bir şeylerin geri dönüşü olmayan bi şekilde değiştiği gerçeğini acı ve bir o kadar da sert bir şekilde vurdu yüzlerimize.

Şimdi ben bu satırları yazarken, o içerde aylardan sonra tekerlekli sandelyesiyle evimizde.. Aklından, ruhundan neler geçtiğini uzun zamandır yalnızca tahmin edebiliyoruz. Anneannemin yaptığı sıcacık poğaçaların kokusu, Oya'nın kalabalık heyecanı, aramızda bulunmayan aile bireylerini çekiştirmenin verdiği karşı konulmaz zevk, yılların eskitemediklerinden :) 

Bitirirken gelecekteki günlere dair tek dileğim; ne olursa olsun yeter ki tadımız olsun ama önce ve illa ki sağlık olsun!

Saturday, April 13, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum – 3




Ah o kanatlarım kopsaydı da uçamasaydım, nereden düştüm buraya.. ben annemi özledim, yüksek yükseek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.. ühühühü ben köyümü özledim..

Yapabilirim, başarabilirim..Burada kendime yeni bi hayat kurabilirim. Ne çok seviyorum evimi, her sabah gözlerimi onun yanında açmayı.. Ohh ne güzel şey şu özgürlük, yuvadan uçmuş olmak ne güzel bazen..

Bugün günlerden ben köyümü özledim, annemi özledim.. Gurbet kuşunun annesinin kucağını, baba evinin sıcağını özlediği günlerden biri bugün. Yarın belki yine kanatlarını kocaman açacak, gururla iyi ki uçtum da taa buralara kadar geldim diyecek kim bilir ama bugün boğazında yutkunamadığı bi düğüm, gözlerinde her an dökülmeye hazır taştı taşacak yağmur bulutları..öyle durgun , öyle sessiz.. Kanatları kalkmıyor yerinden, herkesle her şeyle baş edebiliyor ama başa bela bir özlem sarmış her yanını rahat huzur vermiyor. Geleceği düşünmek istemiyor bugün, geleceğe baktıkça özlem koyulaşıyor, git gide daha karanlık korkunç bir hal alıyor. Çünkü orada hep özlemek, daha çok özlemek var. Oysa gözlerini kapayınca, bulutların üzerinde gezdiği, tüm sevdiklerinin yanında olduğu, kalbinin özlemden değil de çok sevmekten, aşık olmaktan sızladığı bi yere gidebiliyor ne zaman istese. Geçmişin kapıları her zaman sonuna kadar açık gurbet kuşuna, geçmiş her daim onu ağırlamaktan büyük bir onur ve mutluluk duyuyor. Kanatları yerden kalkıyor gurbet kuşunun, tüm gücüyle uçarken geçmişe doğru esen rüzgar kurutuyor ıslak yanaklarını.. Hatırladığı en mutlu güne doğru kanat çırpıyor gurbet kuşu, kalbinin hiç olmadığı kadar hızlı çarptığı güne..

16 Eylül 2009

İlk tanıştığımız günden bugüne kadar sadece 15 gün geçmiş ama ben çoktan başka gözlerle bakıyorum dünyaya. Senden başka kimseyi görmeyen, her yeri pembeye bulamış dünyanın en şapşal aşığının gözleriyle gittiğim her yerde seni arıyorum. Arkadaşlarımın yavrum biraz taktik yap şu çocuğa, çok belli ediyorsun, kaçan kovalanır...yapma etme , çok şımartıyorsun ikazlarına rağmen yörüngene öyle bir saplandım ki sana nasıl abayı yaktığımı duymayan kalmadı. Hele bugün okulda yaptığım aptallıktan sonra herkesin diline düştüm, rezil rüsva oldum.. Ne yapayım seni görünce o kadar heyecanlandım ki, senin o kadar soğuk kanlı görünmene bir anlam veremedim. Okul servislerinin önünde karşılaştığımızda dizlerimin bağı çözüldü sanki, sense hiç bişey olmamış gibi herkese merhaba dedin ve sıraya girdin. Beni görmüş olsan, sen de heyecanlanırsın öyle sakin kalamazsın diye düşünüp herkesin içinde heyy ben de burdayım, beni gördün değil mi , ben de buradayımm heey diye bağırmış bulundum bir kere, sen de beni gör, senin de kalbin çarpsın istedim. Tabi ki herkesi gördüm derken yüzündeki kayıtsızlık ve sırıtışla birlikte, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü, yanaklarım yandı, kafam yanan bir domatese dönüşüverdi. Ahh yer yarılsaydı da içine girseydim, o an kendime söz verdim bir daha kimse için kendimi bu kadar rezil etmeyecektim. Ben sıradan kaçıp, yoldan geçen arabalardan birine otostop çekmek üzere kaçarken bir anda yanıma geldin, Jan'a ayakkabı almak için Kızılay'a gideceğiz bize yardım edebilir misin diye sordun bana. Tabi derken gözlerine bakamıyordum hala, yanan kulaklarımdan tüten duman henüz sönmüştü daha. Bir araba durdu, kendimi içine attım bir baktım sen de yanımdasın ama Jan telefonla konuşuyor diğer köşede sana da gitme , beni bekle diye işaret ediyor. Sense hiç umursamadın, inmedin arabadan, yanımda kaldın. İşte o anda anladım, ayakkabı meselesi sadece bir bahaneydi ve Derya'nın ikazları altın değerindeydi. Bi kerecik kaçmıştım ve hoop sen peşimden gelmiştin. Kızılay'da karşıdan karşıya geçerken hep arabaların geldiği tarafa ben geçmek istedim , yan yana yürüdüğümüz ilk andan itibaren korumak istedim seni.

Cafe Ortadünya'da çay içtik, biraz sohbet ettik.. ikimizde sipariş ettiğimiz sandiviçleri yiyemedik. İki saat rüya gibi geçti, o kadar mutluydum ki , yüzümdeki o kocaman aptal gülümseme yanaklarımı ağrıttı. Eve gelene kadar yüzümden silemedim. Mutluluğu ilk defa tüm hücrelerimde bu kadar yoğun hissettim, resmen sarhoş olmuştum. Kendimi sarhoşluğun kollarından alıp uykunun kollarına atıyordum ki mesajını gördüm.Yarın 13.30'dan sonra buluşup buluşamayacağımızı sormuşsun. Cevabımm evet milyonlarca kere evet..

  • Anneeemmm, yarın buluşuyoruz annemmm napıcam ne giyicem, baksana bi bana nooolur hemen!?
  • Kızım bi dur, ayakların yere bassın kendine gel! İyice manyaklaştın sen ayy ..



(devamı gelecek)

Sunday, March 31, 2013

Fesüppanallah



Hayatımın hiç bir döneminde dertlerimin bu kadar derya olup beni uykularımdan ettiğini, mengene misali boğazımı sıkıp beni nefessiz bıraktığını hatırlamıyorum. Öyle bi kapının önündeyim ki eşiği geçtiğim an arkamda bıraktıklarımla aramda hep özlem , hep yollar, uzun mesafeler olacak. Boğazıma düğüm olup takılacak sevdiklerim, ne zaman ki yağmurun, karın, baharda miss gibi çiçeklerin kokusunu içime çeksem burnumun direğinde bir sızı olacak hiç dinmeyen.. Öyle bir yol ayrımı ki bu, nereye gidersem gideyim rengim solacak, soluksuz kalacağım, bir yanım hep eksik hep yarım olacak. Çocukken annem kahvaltıda kakaolu süt mü, portakal suyu mu istersin diye sorduğunda karar veremeyip zırıl zırıl ağlayan ben hayatımın bundan sonraki kısmını derinden etkileyecek bu kadar ağır bi kararı nasıl vereceğim. Bütün bu sorularla kararan içimi, Berlin'in karanlık, karlı havasında bir yudum güneşe hasretken bir nebze olsun nasıl aydınlatacağım.

Bir yanda ailem, dostlarım, çocukluğuma, başımdaki kavak yellerine, hüznüme, sevincime, sessizliğime, sevdama tanıklık eden, doğduğum , büyüdüğüm şehir Ankara.. Diğer yanda elini ilk tuttuğum anda aslında çoktan bir daha bırakamayacağımı bildiğim, geçen her gün daha çok sevdiğim, uğruna takdire şayan mücadeleler verdiğim ve başımı omzuna her yasladığımda, beraber geçirdiğimiz her anda nefesimi tutup, zamanı dondurmak istediğim, bütün dertlerimin sorumlusu sevgilim, emek emek kurulmuş iki kişilik bir hayat ve sevmeye çalıştığım şehir Berlin..

Bu hikayede mutlu son olmadığını anlamak için alim olmaya gerek yok ama ben en acıklı, en dokunaklı, en kederli hikayelerde dahi son ana kadar umudunu kaybetmeden koruyan ve her daim tüm kötü adamları ortadan kaldırıp, sevenleri mutlu sona kavuşturacak olan 'o' mucizeyi bekleyebilen biriyim. Gözlüklerim var kömür karası.. gözlüklerim var yeşilçam pembesi.. Hangisini takarsam ona göre değişiyor günümün rengi.

Ben bir gurbet kuşuyum nereye uçarsam uçayım yönüm, sağım , solum gurbet.. Boynum bükük, rengim soluk, içimde hep bir hasret.. Anneme göreyse bu işler yalnız ve hep kısmet :)

Duygularıma tercüman Erkin baba'dan gelsin bu da öyleyse..






Friday, March 29, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum - 2


Berlin'de bugün hava yer yer stres ve isyan bulutlarıyla dolu, hafif mide bulantısıyla karışık, depresyon yüklüydü. Böyle havalarda, kendinizi ev işlerine verirseniz havanın kasvetini biraz unutur, dördüncü katın penceresinden aşağıya atlama, kafanızı fırına sokup gazı sonuna kadar açma ya da kendinize evdeki ilaç deposundan leziz bi kokteyl hazırlayıp bi nefeste yutma gibi bir takım tatsız ve rahatsız edici isteklerinizi bir parça öteleyebilirsiniz.

Bana gelince, ben her zaman günümü çamaşır, bulaşık, temizlik ve yemek gibi aktivitelerle şenlendirmesini bilen biri oldum. Ancak havada stres ve isyan bulutlarının yanında, öfkeyle karışık nefret rüzgarları esiyorsa tüm bu işleri bitirmek yalnızca bir yarım gününüzü alabilir. Bu durumda günün diğer kısmında hayati tehlikeniz devam ediyor demektir. Fakat yine de endişelenmenize gerek yok çünkü bendeniz 'Berlin'de bir gurbet kuşu' olarak test ettim onayladım, çözüm bir telefon mesafesi kadar yakında. Günün diğer kısmındaki hayati tehlikeden kurtulmak için telefon listenizde ne kadar kafa ütüleyici eşiniz dostunuz varsa kendilerini evinize davet etmelisiniz. Günümüz bilişim çağında telefonunuzu kullanmak yerine internet yoluyla sosyal medyadaki takipçilerinizi, arkadaşlarınızı çok mecburi durumlarda siber sapıklarınızı da davet edebilirsiniz. Burada önemli olan beyninizi kullanılmayacak hale getirene kadar meşgul edecek ve önemsiz ayrıntılarla dolduracak mümkün olduğunca çok bireye en kısa sürede ulaşabilmenizdir. Önemli bir ayrıntı olarak ağırlayabileceğiniz maksimum misafir sayısı kadar hayati tehlikeyi atlatma şansınızın yükseleceğini lütfen unutmayınız.

Bugün sizi neden burada toplamış olduğumu da böylelikle anlamış oldunuğunuzu umuyorum. Geçen seferki kurbanıma hikayemi anlatırken çaydanlığın altını yaktığım için sizlere çay ikram edemeyeceğim efenim, affınıza sığınıyorum. Evde ne kadar püskevit varsa dün geceki göz yaşı sağanağında önlem olarak tükettim, bu yüzden bugün burada yalnızca bol bol kuru laf ve sizleri hiç mi hiç ilgilendirmeyen hayat hikayemin ufak bir parçasını bulacaksınız. Bunun hem sizin hem de benim ruh sağlıma iyi geleceğini garanti ediyor, vereceğim geçici beyin durgunluğundan dolayı takdir edilmeyi bekliyorum.

Nerede kalmıştık.. Turuncu bir sonbahar günü..Yüzümdeki anlamsız çakır keyif gülüş ve taksiden inişimiz.. Eve vardığımızda, bizi kapının önünde bekleyen Alex, Jan ve Umut üçlüsüyle karşılaşmıştık. Üçü de birbirinden sevimli ve yakışıklı görünüyordu. Derya'yla göz göze gelişimizi hatırlıyorum, birbirimize gözlerimizle ohh iyi ki gelmişiz, gözümüz gönlümüz açılacak demiştik içeriye girerken. Erasmus arkadaşlarımızın poşetleri vodka, bira ve bilumum alkol ürünüyle doluydu. Kafası üç biradan sonra çoktan iyi olmuş ben, üzerine bir de iki bardak vodkayı yuvarlayınca önümü göremez duruma gelmiştim. O zamanki sarhoşluğun etkisi olsa gerek, tanışma faslını pek iyi hatırlayamıyorum ama Umut'un adını Umur diye anladığımı ve bütün gece ona Umur diye seslendiğimi hatırlıyorum. Sarhoşluğumdan faydalanan Alex, beni laptopunun başında kilitlemiş bütün gece anlamsız şarkılar dinleterek kız arkadaşıyla olan problemlerinden bahsetmişti. Kalkıp gidemiyordum bi türlü çünkü ağladı ağlayacak mahsun gözlerle anlatıp duruyordu çocuk, ingilizcem tüm söylediklerini anlamama yetmese de yapacak bir şey yoktu, kaderime razı gelmiştim bi kere ne söylese kafamı sallıyordum. Gözüm arada sırada masanın öbür ucundaki muhabbete kayıyor, Derya ve Umut'un sohbetlerinin ilerlediğine tanık oluyordum. Bir süre sonra Umut ve Jan, Umut'un karnı ağrıdığı için evden ayrıldılar. Benimse Alex'le olan çilem bütün gece bitmek bilmedi. Marco o gece iki kez aramış ancak ben duymamıştım. Her on beş dakikada bir acaba aradı mı diye telefonunu kontrol eden, Marco'yla tanıştıktan sonra telefonu adeta doğal bi uzvuymuş gibi kendine yapışık tutan ben, nasıl olduysa aradığını duymamıştım o gece. Belki de sonun başlangıcıydı bu ve ben o zaman farkına varamamıştım.

Gece eve döndüğümde apar topar Skype'ı açtım, belki bir ihtimal Marco'yu yakalar konuşma fırsatı bulurum düşüncesiyle ama yoktu. Son bi kuvvetle dişlerimi fırçalayıp, kendimi yatağa attığımda , ilk defa senaryonun 'Marco'yla yeniden karşılaşacağımız ilk gün' teması üzerine kurulduğu aptal hayaller kurmadan sade ve derin bir uykuya daldım.

O gün o evde vücudumun kimyasını değiştiren, rüyalarımdan başlayarak bütün ruhumu ele geçiren ve beni gün geçtikçe dönüştüren, değiştiren bir şey girmişti kanıma. Ben uykunun derinliklerinde her şeyden habersiz ilerlerken, kanımdaki şey tüm ekibiyle birlikte dönüşümün inşaatına Marco'yla ilgili kurduğum hayalleri yok ederek başlamıştı bile. Peki ama neydi kanıma bu kadar hızlı ve etkili karışan şey ? Yan etkileri, semptomları , sonuçları ne olacaktı ? Bütün bu soruların cevabını nasıl keşfedecektim..

Devamı çok yakında :)

Monday, March 25, 2013

Biz kızlar toplandık – Familiengarten






Berlin'de başıma gelen en güzel şey belki de Familiengarten'daki kocaman yürekli kadınlarla tanışmam oldu. Şehre geldiğim ilk gün, daha herşeye herkese yabancıyken, ürkekliğim mideme kocaman bi taş olup oturmuşken, elleriyle koymuş gibi buldular beni. O sabah Berlin'de ilk sabahımdı, ev arkadaşımın erkenden işe gitmesi gerekiyordu ve evde tek başıma oturup onun işten gelmesini bekleme fikrine katlanamamıştım. Böylece onunla birlikte sabahın erken saatlerinde Kotti'ye doğru ben de yola koyuldum.

Kreuzberg sınırını geçtiğimde, Türkiye'ye giriş yapacağımdan haberim yoktu o sıra.. Metrodan yukarı çıkıp da etrafa şöyle bi bakma fırsatı bulduğum anda, kendimi zamanı da mekanı da Almanya'nın dışında kurulmuş başka bi ülkenin , kendi ülkemin içinde buldum. Yüzümde salak bir gülümseme, yürümeye devam ederken önüme çıkan köprünün üzerindeki kocaman “ Kreuzberg Merkezi” yazısını gördüğümde doğru yerde olduğumu anlamıştım artık.. Neden bilmiyorum, orada öyle yürürken omuzlarım dikleşti, ilk günün getirdiği ürkeklik ve öz güven krizi hafif kırılır gibi oldu. Birkaç adım sonra, arkadaşım beni 'Simitci'yle tanıştırdı, uzun zamandır özlemi çektiğim şöyle mükellef bi türk kahvaltısı yapabilecektim sonunda, buradayken yiyeceklerin bile anlamı başka.. Daha önce bildiğimiz, sıradan siyah zeytin ve beyaz peynire duygusal anlamlar yükleyeceğimi söylese biri inanmaz, katıla katıla gülerdim herhalde ama o gün simitçide o zeytinleri gördüğümde, simitin kokusunu şöyle burnuma çektiğimde uzun zamandır görmediğim eski bir sevgiliyle karşılaşmış gibi heyecanlandım, midemde kelebekler uçuştu. Arkadaşım cep telefonu kullanmıyordu, bu yüzden o işten çıktıktan sonra buluşmamızın tek yolu benim onu aynı yerde, simitçide bekliyor olmamdı. İşinin erken biteceğini, oradan ayrılmamam gerektiğini söyleyip gitti.

Yalnız kaldıktan sonra, o biraz önce aşk yaşadığım zeytinler geçmedi boğazımdan, lokmalar büyüdükçe büyüdü ağzımda yutamadım. Midemde uçuşan kelebekler gitti, yerlerine kocaman ağır mı ağır bi taş geldi oturdu. O gün orada saatler geçmek bilmedi, sabah 9'dan beri bekliyordum ve hala gelen giden yoktu. Oturduğum yerde kök salmış, sıkıntıdan ölmek üzereyken yanıma ışıl ışıl iki tane genç kadın oturdu. Almanya'ya göç eden ilk jenerasyon kadınların sorunlarından, anaokulundaki çocukların almanca ve türkçeyi yeterince kullanamamalarından, iletişim problemlerinden bahsediyorlardı. Ben de master tezimi tam da bu konuştukları konulardan biri üzerine yazmak istiyordum, böylece konuşmaya çekinerek dahil oldum. Ondan sonra geçen on dakika içerisinde, ikisini de sanki yıllardır tanıyormuş gibi hissediyordum. Anlattıklarımı öyle can kulağıyla öyle ilgiyle dinliyorlardı ki mutluluktan ölebilirim. Beni Familiengarten'la tanıştıran işte hiç tanımadıkları birinin hikayesini gözlerini kırpmadan dinleyip, ona gönülden yardım etmek isteyen bu iki kadın oldu. Çaylarımız bitmek üzereyken, beni şimdi dört aydır stajer olarak çalıştığım ve birbirinden harika, cesur kadınlarla tanıştığım Familiengarten'a davet ettiler. Arkadaşımı beklemem gerektiği umrumda bile değildi artık ve peşlerine takılarak hayatımdaki en doğru kararlardan birini verdiğimi şimdi biliyorum.


Buradaki hikayeler , buradaki kadınların kocaman yürekleri, emekleri anlatmakla bitmez..Hepsini bi çırpıda anlatmaz hele hiç olmaz..Şöyle tadını çıkara çıkara yazmak istiyorum hepsini ayrı ayrı.. Bu yazı yalnızca bi giriş, şansımın döndüğü nadir anlardan birinin hikayesiydi.Daha anlatacak çok şeyim var, bekleyinnn de bekleyinnn :)

Sunday, March 24, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum -1


Herkesin anlatmalara doyamadığı bi hikayesi vardır hayatında, hani laf açılsın ,dönsün dolaşsın da bana gelsin, herkes susup beni dinlesin dediği anları vardır. Düşün ki ben o anı uzun zamandır bekliyorum, tam sıra bana geldi ohh dediğim anlarda hep başkasının sözüyle bin parçaya bölünüyorum..Ne zaman ki söze başlayacak gibi olsam, şöyle ağzımı açıp hararetle anlatacak olsam hikayemi, beklenmedik bir kahkaha ya da umursamazlıkla karışık sabırsızlık bulutlarıyla sırılsıklam oluyorum. Gökyüzü tepeme çöküyor, neden hep benim hikayeme gelince hava yer yer sıkılgan ve parçalı ilgisiz oluyor anlamakta güçlük çekiyorum. Benim kimselere anlatıp da dinletemediğim , bi kere anlatmayı başarsam anlatmalara doyamayacağım bir hikayem var. Vay arkadaş!  Ne yapsam dinletemiyorum.
Şimdi düşün ki, sen ve ben..benim evdeki yeşil pofuduk kanepeye oturmuşuz ikimiz..İnce belli çay bardaklarımız elimizde, laf lafı açmış ; muhteşem yüzyıl'daki hürremin fettanlığından girmiş kuzey güney'deki cemre ve kuzey aşkının imkansızlıklarından çıkmışız da söz dönüp dolaşıp yine bana gelememiş bi türlü. Saçımı başımı yolmaya ramak kalmış artık, gözlerimde her an fışkırmaya hazır tazyikli su bombaları, isyanıma, tırlatmama şöyle azıcık bir şey kalmış.. Sen bi yerlerden vahiy gelmiş edasında kutsal bir sesle soruyorsun , “ Sahi , hiç anlatmadın..Sen ne oldu da geldin Berlin'e ? “ diye. Tam o anda, bulutlar çekiliyor, gökyüzünden bi ışık nur olup üzerine yağıyor senin. Sıçrayıp boynuna atlasam, kalkıp göbek atsam, sulu sulu öpsem şöyle yanaklarından çok istekli görünürüm, korkup kaçarsın. O yüzden hiçbirini yapmıyorum, dur ben önce çaylarımızı tazeleyeyim diyorum sakince. Senin çayına iki şeker, kendiminkineyse hikayemi atıveriyorum. Karıştırıyoruz birlikte, anlatmaya başlamadan önce senden küçücük bi iyilik istiyorum..Şimdi lütfen sus ve beni dinle sadece.
Sonbaharın en turuncu, en sıcak günlerinden biriydi ; 1 Eylül 2009. Gerçeği hayalden de güzel bi yaz yaşamıştım o sene. Gençtur vasıtasıyla Çek Cumhuriyet'inde ve İtalya'da ikisi de ikişer haftalık olmak üzere iki tane gönüllü gençlik çalışma kampına katılmıştım. Yanımda en yakın arkadaşım Oya, Alice Harikalar Diyarında misali daha çok görmek, daha çok yaşamak, daha çok tatmak için oradan oraya koşturmuştuk yaz boyu. Kimi zaman orta çağdan kalmış bi şatonun avlusunda arkeolojik kazı yaparken bulmuştuk kendimizi, kimi zaman da İtalya'da 2000 metre yükseklikteki bi dağda köylüler için su kanalları açarken. Dünyanın dört bi yanından insanla dört hafta boyunca komün hayatı yaşamıştık ; alnımızın terini, içtiğimiz biranın güzelliğini ve daha bir çok şeyi paylaşmıştık. Herşey bu kadar güzelken ve ben 'başımda kavak yelleri' isimli filmi hem yazıp hem oynarken Marco'yla tanıştım. Marco İtalyan'dı, bütün yıl boyunca çeşitli koca baş ve ayı cinsinin kırdığı, döktüğü kalbimi sevgisi, yakınlığı ve sıcaklığıyla tamir edip, onardı. O zamana dek oha bu kadarı da olur mu , hadi canım böyle de adam var mıymış yeryüzünde diyerek izlediğim aptal aşk filmlerindeki kadar gerçek dışı , hala rüya mı gerçek mi ayırt edemediğim, romantizm dolu günler yaşattı bana Marco.
Galiba biri sonunda beni gerçekten seviyordu, eğlenceli, romantik, duygusal üstüne üstlük yakışıklıydı. Böyle söyleyince kulağa sıkıcı geliyor biraz farkındayım ama o zamanlar kendimi sayısal lotto'da altı tutturmuş kadar şanslı hissediyordum. Ayrılık zor oldu, ağla zırla Türkiye'ye dönerken, herşeyin bittiğini düşünüyordum ama Marco sağlam çıktı. Her gün aradı, mektup yazdı.. Yazdan geriye kalan günleri, bütün diğer arkadaşlarım kumsalda güneşin ve denizin tadını çıkartırken, ben 40 derece sıcakta her gün kendimi o klimasız internet cafeye taşıyıp, nerdeyse tüm zamanımı Skype'ta Marco'yla ağlaşarak geçiriyordum. Herşey o kadar dram doluydu ki, kendimi onun Mecnun benimse Leyla olduğuma inandırmak üzereydim taa ki Ankara'daki o turuncu sonbahar gününe kadar.
O gün aylardan sonra, yanımda iki kız arkadaşımla birlikte, en yakın arkadaşlarımdan bir diğeri olan Burçin'in erkek arkadaşı Ertan ve Ali'yle buluşmak üzere Kızılay'daki Nedjima bara gitmiştim. Burçin , erasmus öğrencisi olarak Atina'ya gittiği için aramızda değildi. Ertan ve Burçin uzun zamandır birlikte yaşıyorlardı ve Burçin uzaktayken Ertan evdeki odalardan birini Türkiye'ye gelen başka bi erasmus öğrencisine kiraya vermeye karar vermişti. Nedjima'nın bahçesinde, tam keyfimiz hafif çakır olmuş ve dördüncü biralarımızın siparişini vermişken, Ertan'ın telefonu çaldı. Arayan odayı kiraya verdiği alman erasmus öğrencisi, Alex'di. Henüz anahtarı olmadığı için arkadaşlarıyla birlikte kapıda kalmıştı. Nedjima'dan apar topar kalkarken Ertan , ben ve arkadaşlarımın da onunla birlikte eve gitmesi için çok ısrar etti, uzun zamandır görüşememiştik ve evlere dağılmak için henüz çok erkendi. Şimdi düşünüyorum da, eğer o gün Ertan aklımızı çeldiyse bunda o ılık sonbahar havasının çok büyük payı var.
Öyle bi havaydı ki o, rüzgarındaki turuncuya kapılıp dünyanın öbür ucuna sürükleyebilirdi insanı peşinden. Nitekim Ertan'ın yaşadığı ev , benim evime dünyanın öbür ucuydu. O gün, 10 Eylül 2009'da sonbahar rüzgarına kapılıp o eve giderken, hayatımı tamamen değiştirecek bir adım attığımı hiç bilmiyordum. Hele bu adımın beni gün gelip de Berlin'e taşıyacağını aklımın ucundan bile geçirmemiştim.

Devamı çok yakında...




Friday, March 22, 2013

Müebbet



Dört duvar beton, masanın başında bir adam sussa duvara karşı susacak, konuşsa duvara konuşacak. Duvarlardan yana şikayeti yok, başına gelen en sağlam, en dirayetli, belki de en güvenilir dostluğu verdi ona duvarlar. Bu yüzdendir ki sitem etmiyor adam... Oysa yıkılıp gitseler durmasalar önünde öyle dimdik ve bakmasalar her gün yüzüne öyle buz gibi soğuk ve cansız, özgürlüğüyle arasında yalnızca bi kaç dikenli tel örgü ve bir dizi aptal demir kapı kalacak.
Yazıyor adam.. Yazdığı için haksızlığa uğruyor , haksızlığa uğradığı için yazıyor. Arada bir duvara susuyor, duvara konuşuyor ve küfrediyor yerli yersiz. Şimdi savunduğu, güvendiği, uğruna savaş verdiği ve tutunduğu her şey, herkes sessiz. Adam iskemlesinde öylece oturuyor sitemsiz. Duvarlara soru işaretleri kazıyor tırnaklarıyla, parmaklarının ucundan kan sızıyor. 
Dışarıda bi yerlerde insanlık efkarına kapılıp bi sigara daha yakıyor. Dumanı sızıyor hücreye ve göğsü patlarcasına içine çekiyor adam tek nefeste.
Adalet, başına ödül konulmuş azılı bir suçlu olarak aranıyor ülkenin dört bir köşesinde..

Sunday, March 17, 2013

Kara Şimşek


Özlem, güvenilir bi yerlere sığınmak istediğimde zamanın içinden geçip beni çocukluğuma götüren sihirli zaman aracımın adı.. Yalnızlığın boyutları genişleyip de beni yutmasına ramak kala, kara şimşek gibi son anda ortaya çıkıp beni kötü adamların elinden kurtaran sadık dostum, kahramanım benim özlem. Bugün işte o anlardan birinde, sessizlikten rengimin solduğu, tırnaklarımın morardığı o çaresizlikte, tam da kar ve güneşin penceremden birlikte akmaya başladığı sırada geldi, kurtardı beni. Çocukluğuma gittik birlikte, babaannemin evine. Televizyonun karşısındaki o küçük koltukta , güneşin belirginleştirdiği toz zerreciklerinin sihirli peri tozları olduğunu hayal ettim yine, büyülenmiş gibi izledim onları saatlerce. Rengim, sesim, soluğum hepsi geri geldiler. Orada öylece zaman geldi, zaman geçti..
Sonra gece...Gece geri geldi Berlin'deki pencereme..

Arabesk

Çocukken en yakın arkadaşımla ağaçlara tırmanırdık birlikte sonra da şarkılar uydururduk anlamlı anlamsız..Bilmediğimiz, gitmediğimiz ülkelerin dillerini taklit etmeye çalışırdık. Ben öyle acıklı şarkılar uydururdum ki söylerken boğazım düğümlenirdi, ikimizin de gözleri dolardı. Arabeske yatkınlığım o zamandan belliymiş demek ki..