Ekim
ayı itibariyle Berlin'de 1 senemi doldurmuş bulunuyorum. O kadar
çok şey yaşandı ki bu bir senenin içinde beni değiştiren,
büyüten..
Herşeyden
önce hayat mücadelesinin dibine vurdum. Koskocaman bir master tezi
yazdım, başarıyla mezun oldum, Familiengarten gibi muhteşem bir
yerde 6 ay staj yaptım, yoğunlaştırılmış Almanca kursuna gidip
orta seviyeyi bitirdim, para sıkıntısı çektim , sokak sokak
dolaşıp iş aradım. Yeri geldi bebek bakıcılığı , balıkçıda
garsonluk ve bir ortaokulda yardımcı ingilizce öğretmenliği
yaptım.
Annemin
kucağından iner inmez, koşmaya başlamamı beklemiyordu elbette
kimse. O yüzden ben de ilk önce emeklemeye başladım. İlk defa
taşa değen ellerim acıdı , emeklemeye çalışırken yere sürten
dizlerim kanadı , canımı yaktı . İşte ben o zaman, olduğum
yerde hiç utanmadan çocuklar gibi saatlerce , sesim kısılana
kadar ağladım. İçim soğuyana kadar, hem de hiç durmadan.. Sonra
yerden kalkıp, kanayan dizlerimi güzelce temizledim, üstümü
başımı sirkeledim ve yoluma devam ettim. Kendimi devam edemeyecek
kadar yorgun hissettiğimde bana hep umut ve güç veren sağlam
dostlar edindim, özlemini çektiğim ailemin yerine koyduğum
birbirinden güzel insanlar girdi hayatıma.
Şimdi
geriye dönüp tüm bu hikayenin nasıl başladığına baktığımda,
aslında mücadelenin dört yıl önce 'O'nunla tanıştığım gün
başladığını anlıyorum.
2009
Eylül ayı, başımda esen kavak yellerinin başlangıç tarihi
olarak kabul edilebilir. Eylül'den Mart'a kadar geçen 6 ay ,
damardan ağır dozda aşk almam sebebiyle , şuursuzluk derecesinde
mutlu ve en damar Müslüm Baba şarkısından daha acı dolu bir ruh
halinin , yüzüme çarpık bir gülüş ve gözlerime tekinsiz bir
ifade olarak yerleşmesiyle özetlenebilir. Zira bu tekinsiz ifade
annemi fazlasıyla ürkütmüş, düzenli aralıklarda “ yavrum
kendine gel, bir garip bakıyorsun, ben kendi kızımı istiyoruuuum
bu sen değilsin “ serzenişlerine sebep olmuştu.
Sevildiğimi
biliyor ve çok seviyordum. Ancak günler sayılıydı, Umut
Ankara'ya Erasmus öğrencisi olarak değişim programıyla gelmişti
ve geri dönecekti. Üstelik o Ankara'yı terketmeden önce, ben
Erasmus programıyla Mart ayında Budapeşte'ye gidecektim. Elimizde
avucumuzda epi topu bir kaç ay vardı.
Avucumuzun
içinden her gün kayıp giden o bir kaç aya neler sığdırmadık
ki.. Sarhoş olup sabahlara kadar dans ettik, Ankara ayazında donmuş
burunlarımızı çeke çeke Kızılay'dan Kuğulu Park'a yürüyüp
birbirimize sokularak çay içtik, ortak arkadaşlarımızla birlikte
okey oynadık, gezilere katıldık. Sırayla Kapadokya, Amasra ve
Olimpos'a gittik. Ders çalışma bahanesiyle evden kaçabildiğim
günlerde, gözlerimiz kapanana kadar Dexter ve Breaking Bad izledik,
gece yarısı acıkınca birlikte mutfağa girip deneysel tarifler
denedik. Kampüste buluşup, derse girmek yerine saatlerce tavla
oynadık, finaller yaklaştığında birlikte sabahladık. Günler
kayıp gittikçe birbirimize daha sıkı sarıldık, hem de öyle
sıkı ki sanki bir diğerimiz her an kaçıp gidecek bir daha geri
gelmeyecek gibi.
Sayılı
günler çabuk geçti.. Erasmus işlemlerim için gereken evrakları
toplarken güçlü olmaya çalışıyordum ama ayrılık çanları o
kadar güçlü çalıyordu ki nefesim kesiliyor, rengim soluyordu.
Sonunda
uçak biletim alındı ve gidiş tarihim netleşti. Son günümde tüm
aile bizim evde toplanacağı için onunla bir gün önce vedalaşmaya
karar vermiştim. Plan yapmıştık, ben gittikten sonra o da dönem
bittiğinde Viyana'ya gelecek, orada buluşacaktık. Ben bu planların
gerçekleşeceğine inanamıyordum, hem gerçek olsa bile bir daha
asla aynı şehirde birlikte yaşayamayacak, bir daha her
istediğimizde birbirimizi göremeyecektik. Bir kaç gün daha
birlikte olabilmek için Erasmus hayalimden bile vazgeçmeyi düşündüm
bir süre ama sonra ilk giden ben olursam eğer daha az acı
çekeceğime karar verdim.
Vedalaştık..
Eve dönerken kulaklarımın uğuldadığını hatırlıyorum, eski
türk filmlerindeki en ağır dram sahnelerinden birinde bir baş
roldüm adeta, bozulmasından korktuğum mutluluğum bozulmuştu ve
fevkalade acı çekiyordum efenim. Ertesi gün tüm aile bizde
toplandı, kimseyi gözüm görmüyordu. En sonunda ayrılığa daha
fazla dayanamayan sevgilim ; size geliciğim, babanla da tanışırım
öldürecek hali yok ya dedi. Annem, kuzenim ve sevgili arkadaşım
Derya ile babam için hemen bir senaryo yazıp Umut'u Derya'nın
arkadaşı olarak takdim ettik kendisine.
O gün
, bizim evde annemin yaptığı mis gibi poğaçalar taş olup oturdu
midemize.. Bir gün sonra yollarımız ayrılıyordu ve biz
misafircilik oynarken metanetli davranmaya çalışıyorduk. Nasıl
oldu hatırlayamıyorum ama ertesi gün sabaha karşı yola çıkacak
olmama rağmen annem ve babam dışarı çıkmama izin verdiler o
gece. Bir kez daha görüşecek olmanın ferahlığı içinde Umut'u
yolcu ettim.
Akşam
benim için bir veda gecesi yapılacaktı. Bir kaç arkadaşım,
kuzenim, teyzem ve o hep birlikte Kızılay'da buluştuk, fasıl
yapan bir mekana, Sakarya'daki Çıngı'ya gittik. İki duble rakıdan
sonra ayrılığın kelime anlamı kafamda zonklama, midemde yanma ,
kalbimde sıkışma , gözlerimde yaşlar ve diğer tüm yan
etkileri ile birlikte aramıza oturdu, kovduysak da bugün git yarın
gel dediysek de laf dinletemedik.. Altı ay boyunca korkulan oldu ve sımsıkı tuttuğumuz ellerimiz o gecenin
sonunda ayrıldı.
Sabah
annem havaalanına gitmek için uyandırdığında hala sarhoştum.
Yolda havaalanına giderken, pasaport kontrolünden geçerken, uçak
havalanırken aklımda hep aynı soru vardı :
- Peki ya şimdi ne olacaktı ?
Devamı
gelecek..
eline sağlık ezgican ahh ahhh bu çalkantılardan nasibini almış bi anne olarak ben de ne çektim gülistan :P senin bu hayatın dizi olur be yavrum .D
ReplyDelete