Sunday, March 24, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum -1


Herkesin anlatmalara doyamadığı bi hikayesi vardır hayatında, hani laf açılsın ,dönsün dolaşsın da bana gelsin, herkes susup beni dinlesin dediği anları vardır. Düşün ki ben o anı uzun zamandır bekliyorum, tam sıra bana geldi ohh dediğim anlarda hep başkasının sözüyle bin parçaya bölünüyorum..Ne zaman ki söze başlayacak gibi olsam, şöyle ağzımı açıp hararetle anlatacak olsam hikayemi, beklenmedik bir kahkaha ya da umursamazlıkla karışık sabırsızlık bulutlarıyla sırılsıklam oluyorum. Gökyüzü tepeme çöküyor, neden hep benim hikayeme gelince hava yer yer sıkılgan ve parçalı ilgisiz oluyor anlamakta güçlük çekiyorum. Benim kimselere anlatıp da dinletemediğim , bi kere anlatmayı başarsam anlatmalara doyamayacağım bir hikayem var. Vay arkadaş!  Ne yapsam dinletemiyorum.
Şimdi düşün ki, sen ve ben..benim evdeki yeşil pofuduk kanepeye oturmuşuz ikimiz..İnce belli çay bardaklarımız elimizde, laf lafı açmış ; muhteşem yüzyıl'daki hürremin fettanlığından girmiş kuzey güney'deki cemre ve kuzey aşkının imkansızlıklarından çıkmışız da söz dönüp dolaşıp yine bana gelememiş bi türlü. Saçımı başımı yolmaya ramak kalmış artık, gözlerimde her an fışkırmaya hazır tazyikli su bombaları, isyanıma, tırlatmama şöyle azıcık bir şey kalmış.. Sen bi yerlerden vahiy gelmiş edasında kutsal bir sesle soruyorsun , “ Sahi , hiç anlatmadın..Sen ne oldu da geldin Berlin'e ? “ diye. Tam o anda, bulutlar çekiliyor, gökyüzünden bi ışık nur olup üzerine yağıyor senin. Sıçrayıp boynuna atlasam, kalkıp göbek atsam, sulu sulu öpsem şöyle yanaklarından çok istekli görünürüm, korkup kaçarsın. O yüzden hiçbirini yapmıyorum, dur ben önce çaylarımızı tazeleyeyim diyorum sakince. Senin çayına iki şeker, kendiminkineyse hikayemi atıveriyorum. Karıştırıyoruz birlikte, anlatmaya başlamadan önce senden küçücük bi iyilik istiyorum..Şimdi lütfen sus ve beni dinle sadece.
Sonbaharın en turuncu, en sıcak günlerinden biriydi ; 1 Eylül 2009. Gerçeği hayalden de güzel bi yaz yaşamıştım o sene. Gençtur vasıtasıyla Çek Cumhuriyet'inde ve İtalya'da ikisi de ikişer haftalık olmak üzere iki tane gönüllü gençlik çalışma kampına katılmıştım. Yanımda en yakın arkadaşım Oya, Alice Harikalar Diyarında misali daha çok görmek, daha çok yaşamak, daha çok tatmak için oradan oraya koşturmuştuk yaz boyu. Kimi zaman orta çağdan kalmış bi şatonun avlusunda arkeolojik kazı yaparken bulmuştuk kendimizi, kimi zaman da İtalya'da 2000 metre yükseklikteki bi dağda köylüler için su kanalları açarken. Dünyanın dört bi yanından insanla dört hafta boyunca komün hayatı yaşamıştık ; alnımızın terini, içtiğimiz biranın güzelliğini ve daha bir çok şeyi paylaşmıştık. Herşey bu kadar güzelken ve ben 'başımda kavak yelleri' isimli filmi hem yazıp hem oynarken Marco'yla tanıştım. Marco İtalyan'dı, bütün yıl boyunca çeşitli koca baş ve ayı cinsinin kırdığı, döktüğü kalbimi sevgisi, yakınlığı ve sıcaklığıyla tamir edip, onardı. O zamana dek oha bu kadarı da olur mu , hadi canım böyle de adam var mıymış yeryüzünde diyerek izlediğim aptal aşk filmlerindeki kadar gerçek dışı , hala rüya mı gerçek mi ayırt edemediğim, romantizm dolu günler yaşattı bana Marco.
Galiba biri sonunda beni gerçekten seviyordu, eğlenceli, romantik, duygusal üstüne üstlük yakışıklıydı. Böyle söyleyince kulağa sıkıcı geliyor biraz farkındayım ama o zamanlar kendimi sayısal lotto'da altı tutturmuş kadar şanslı hissediyordum. Ayrılık zor oldu, ağla zırla Türkiye'ye dönerken, herşeyin bittiğini düşünüyordum ama Marco sağlam çıktı. Her gün aradı, mektup yazdı.. Yazdan geriye kalan günleri, bütün diğer arkadaşlarım kumsalda güneşin ve denizin tadını çıkartırken, ben 40 derece sıcakta her gün kendimi o klimasız internet cafeye taşıyıp, nerdeyse tüm zamanımı Skype'ta Marco'yla ağlaşarak geçiriyordum. Herşey o kadar dram doluydu ki, kendimi onun Mecnun benimse Leyla olduğuma inandırmak üzereydim taa ki Ankara'daki o turuncu sonbahar gününe kadar.
O gün aylardan sonra, yanımda iki kız arkadaşımla birlikte, en yakın arkadaşlarımdan bir diğeri olan Burçin'in erkek arkadaşı Ertan ve Ali'yle buluşmak üzere Kızılay'daki Nedjima bara gitmiştim. Burçin , erasmus öğrencisi olarak Atina'ya gittiği için aramızda değildi. Ertan ve Burçin uzun zamandır birlikte yaşıyorlardı ve Burçin uzaktayken Ertan evdeki odalardan birini Türkiye'ye gelen başka bi erasmus öğrencisine kiraya vermeye karar vermişti. Nedjima'nın bahçesinde, tam keyfimiz hafif çakır olmuş ve dördüncü biralarımızın siparişini vermişken, Ertan'ın telefonu çaldı. Arayan odayı kiraya verdiği alman erasmus öğrencisi, Alex'di. Henüz anahtarı olmadığı için arkadaşlarıyla birlikte kapıda kalmıştı. Nedjima'dan apar topar kalkarken Ertan , ben ve arkadaşlarımın da onunla birlikte eve gitmesi için çok ısrar etti, uzun zamandır görüşememiştik ve evlere dağılmak için henüz çok erkendi. Şimdi düşünüyorum da, eğer o gün Ertan aklımızı çeldiyse bunda o ılık sonbahar havasının çok büyük payı var.
Öyle bi havaydı ki o, rüzgarındaki turuncuya kapılıp dünyanın öbür ucuna sürükleyebilirdi insanı peşinden. Nitekim Ertan'ın yaşadığı ev , benim evime dünyanın öbür ucuydu. O gün, 10 Eylül 2009'da sonbahar rüzgarına kapılıp o eve giderken, hayatımı tamamen değiştirecek bir adım attığımı hiç bilmiyordum. Hele bu adımın beni gün gelip de Berlin'e taşıyacağını aklımın ucundan bile geçirmemiştim.

Devamı çok yakında...




2 comments:

  1. çok heyecanlandım :) devamını bekliyorum sabırsızlıkla...

    not: yorum ayarlarından kelime doğrulamayı kaldırırsan herkes sana çok daha rahat yorum yazar.

    ReplyDelete
    Replies
    1. çok sevindim beğenmenee :) daha çok acemi olduğum için pek anlamıyorum ayarlardan ama bi deneyeceğim söylediğini..

      Delete