Herkesin
anlatmalara doyamadığı bi hikayesi vardır hayatında, hani laf
açılsın ,dönsün dolaşsın da bana gelsin, herkes susup beni
dinlesin dediği anları vardır. Düşün ki ben o anı uzun
zamandır bekliyorum, tam sıra bana geldi ohh dediğim anlarda hep
başkasının sözüyle bin parçaya bölünüyorum..Ne zaman ki söze
başlayacak gibi olsam, şöyle ağzımı açıp hararetle anlatacak
olsam hikayemi, beklenmedik bir kahkaha ya da umursamazlıkla karışık
sabırsızlık bulutlarıyla sırılsıklam oluyorum. Gökyüzü
tepeme çöküyor, neden hep benim hikayeme gelince hava yer yer
sıkılgan ve parçalı ilgisiz oluyor anlamakta güçlük çekiyorum.
Benim kimselere anlatıp da dinletemediğim , bi kere anlatmayı
başarsam anlatmalara doyamayacağım bir hikayem var. Vay arkadaş! Ne yapsam dinletemiyorum.
Şimdi
düşün ki, sen ve ben..benim evdeki yeşil pofuduk kanepeye
oturmuşuz ikimiz..İnce belli çay bardaklarımız elimizde, laf
lafı açmış ; muhteşem yüzyıl'daki hürremin fettanlığından
girmiş kuzey güney'deki cemre ve kuzey aşkının
imkansızlıklarından çıkmışız da söz dönüp dolaşıp yine
bana gelememiş bi türlü. Saçımı başımı yolmaya ramak kalmış
artık, gözlerimde her an fışkırmaya hazır tazyikli su
bombaları, isyanıma, tırlatmama şöyle azıcık bir şey kalmış..
Sen bi yerlerden vahiy gelmiş edasında kutsal bir sesle soruyorsun
, “ Sahi , hiç anlatmadın..Sen ne oldu da geldin Berlin'e ? “
diye. Tam o anda, bulutlar çekiliyor, gökyüzünden bi ışık nur
olup üzerine yağıyor senin. Sıçrayıp boynuna atlasam, kalkıp
göbek atsam, sulu sulu öpsem şöyle yanaklarından çok istekli
görünürüm, korkup kaçarsın. O yüzden hiçbirini yapmıyorum,
dur ben önce çaylarımızı tazeleyeyim diyorum sakince. Senin
çayına iki şeker, kendiminkineyse hikayemi atıveriyorum.
Karıştırıyoruz birlikte, anlatmaya başlamadan önce senden
küçücük bi iyilik istiyorum..Şimdi lütfen sus ve beni dinle
sadece.
Sonbaharın
en turuncu, en sıcak günlerinden biriydi ; 1 Eylül 2009. Gerçeği
hayalden de güzel bi yaz yaşamıştım o sene. Gençtur vasıtasıyla
Çek Cumhuriyet'inde ve İtalya'da ikisi de ikişer haftalık olmak
üzere iki tane gönüllü gençlik çalışma kampına katılmıştım.
Yanımda en yakın arkadaşım Oya, Alice Harikalar Diyarında
misali daha çok görmek, daha çok yaşamak, daha çok tatmak için
oradan oraya koşturmuştuk yaz boyu. Kimi zaman orta çağdan kalmış
bi şatonun avlusunda arkeolojik kazı yaparken bulmuştuk kendimizi,
kimi zaman da İtalya'da 2000 metre yükseklikteki bi dağda köylüler
için su kanalları açarken. Dünyanın dört bi yanından insanla
dört hafta boyunca komün hayatı yaşamıştık ; alnımızın
terini, içtiğimiz biranın güzelliğini ve daha bir çok şeyi
paylaşmıştık. Herşey bu kadar güzelken ve ben 'başımda kavak
yelleri' isimli filmi hem yazıp hem oynarken Marco'yla tanıştım.
Marco İtalyan'dı, bütün yıl boyunca çeşitli koca baş ve ayı
cinsinin kırdığı, döktüğü kalbimi sevgisi, yakınlığı ve
sıcaklığıyla tamir edip, onardı. O zamana dek oha bu kadarı da
olur mu , hadi canım böyle de adam var mıymış yeryüzünde
diyerek izlediğim aptal aşk filmlerindeki kadar gerçek dışı ,
hala rüya mı gerçek mi ayırt edemediğim, romantizm dolu günler
yaşattı bana Marco.
Galiba biri sonunda beni gerçekten seviyordu,
eğlenceli, romantik, duygusal üstüne üstlük yakışıklıydı.
Böyle söyleyince kulağa sıkıcı geliyor biraz farkındayım ama
o zamanlar kendimi sayısal lotto'da altı tutturmuş kadar şanslı
hissediyordum. Ayrılık zor oldu, ağla zırla Türkiye'ye dönerken,
herşeyin bittiğini düşünüyordum ama Marco sağlam çıktı. Her
gün aradı, mektup yazdı.. Yazdan geriye kalan günleri, bütün
diğer arkadaşlarım kumsalda güneşin ve denizin tadını
çıkartırken, ben 40 derece sıcakta her gün kendimi o klimasız
internet cafeye taşıyıp, nerdeyse tüm zamanımı Skype'ta
Marco'yla ağlaşarak geçiriyordum. Herşey o kadar dram doluydu ki,
kendimi onun Mecnun benimse Leyla olduğuma inandırmak üzereydim
taa ki Ankara'daki o turuncu sonbahar gününe kadar.
O gün aylardan
sonra, yanımda iki kız arkadaşımla birlikte, en yakın
arkadaşlarımdan bir diğeri olan Burçin'in erkek arkadaşı Ertan
ve Ali'yle buluşmak üzere Kızılay'daki Nedjima bara gitmiştim.
Burçin , erasmus öğrencisi olarak Atina'ya gittiği için aramızda
değildi. Ertan ve Burçin uzun zamandır birlikte yaşıyorlardı ve
Burçin uzaktayken Ertan evdeki odalardan birini Türkiye'ye gelen
başka bi erasmus öğrencisine kiraya vermeye karar vermişti.
Nedjima'nın bahçesinde, tam keyfimiz hafif çakır olmuş ve
dördüncü biralarımızın siparişini vermişken, Ertan'ın
telefonu çaldı. Arayan odayı kiraya verdiği alman erasmus
öğrencisi, Alex'di. Henüz anahtarı olmadığı için
arkadaşlarıyla birlikte kapıda kalmıştı. Nedjima'dan apar topar
kalkarken Ertan , ben ve arkadaşlarımın da onunla birlikte eve
gitmesi için çok ısrar etti, uzun zamandır görüşememiştik ve
evlere dağılmak için henüz çok erkendi. Şimdi düşünüyorum
da, eğer o gün Ertan aklımızı çeldiyse bunda o ılık sonbahar
havasının çok büyük payı var.
Öyle bi havaydı ki o,
rüzgarındaki turuncuya kapılıp dünyanın öbür ucuna
sürükleyebilirdi insanı peşinden. Nitekim Ertan'ın yaşadığı
ev , benim evime dünyanın öbür ucuydu. O
gün, 10 Eylül 2009'da sonbahar rüzgarına kapılıp o eve
giderken, hayatımı tamamen değiştirecek bir adım attığımı
hiç bilmiyordum. Hele bu adımın beni gün gelip de Berlin'e
taşıyacağını aklımın ucundan bile geçirmemiştim.
Devamı
çok yakında...
çok heyecanlandım :) devamını bekliyorum sabırsızlıkla...
ReplyDeletenot: yorum ayarlarından kelime doğrulamayı kaldırırsan herkes sana çok daha rahat yorum yazar.
çok sevindim beğenmenee :) daha çok acemi olduğum için pek anlamıyorum ayarlardan ama bi deneyeceğim söylediğini..
Delete