Thursday, October 3, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum – 4

Ekim ayı itibariyle Berlin'de 1 senemi doldurmuş bulunuyorum. O kadar çok şey yaşandı ki bu bir senenin içinde beni değiştiren, büyüten..

Herşeyden önce hayat mücadelesinin dibine vurdum. Koskocaman bir master tezi yazdım, başarıyla mezun oldum, Familiengarten gibi muhteşem bir yerde 6 ay staj yaptım, yoğunlaştırılmış Almanca kursuna gidip orta seviyeyi bitirdim, para sıkıntısı çektim , sokak sokak dolaşıp iş aradım. Yeri geldi bebek bakıcılığı , balıkçıda garsonluk ve bir ortaokulda yardımcı ingilizce öğretmenliği yaptım.

Annemin kucağından iner inmez, koşmaya başlamamı beklemiyordu elbette kimse. O yüzden ben de ilk önce emeklemeye başladım. İlk defa taşa değen ellerim acıdı , emeklemeye çalışırken yere sürten dizlerim kanadı , canımı yaktı . İşte ben o zaman, olduğum yerde hiç utanmadan çocuklar gibi saatlerce , sesim kısılana kadar ağladım. İçim soğuyana kadar, hem de hiç durmadan.. Sonra yerden kalkıp, kanayan dizlerimi güzelce temizledim, üstümü başımı sirkeledim ve yoluma devam ettim. Kendimi devam edemeyecek kadar yorgun hissettiğimde bana hep umut ve güç veren sağlam dostlar edindim, özlemini çektiğim ailemin yerine koyduğum birbirinden güzel insanlar girdi hayatıma.

Şimdi geriye dönüp tüm bu hikayenin nasıl başladığına baktığımda, aslında mücadelenin dört yıl önce 'O'nunla tanıştığım gün başladığını anlıyorum.

2009 Eylül ayı, başımda esen kavak yellerinin başlangıç tarihi olarak kabul edilebilir. Eylül'den Mart'a kadar geçen 6 ay , damardan ağır dozda aşk almam sebebiyle , şuursuzluk derecesinde mutlu ve en damar Müslüm Baba şarkısından daha acı dolu bir ruh halinin , yüzüme çarpık bir gülüş ve gözlerime tekinsiz bir ifade olarak yerleşmesiyle özetlenebilir. Zira bu tekinsiz ifade annemi fazlasıyla ürkütmüş, düzenli aralıklarda “ yavrum kendine gel, bir garip bakıyorsun, ben kendi kızımı istiyoruuuum bu sen değilsin “ serzenişlerine sebep olmuştu.

Sevildiğimi biliyor ve çok seviyordum. Ancak günler sayılıydı, Umut Ankara'ya Erasmus öğrencisi olarak değişim programıyla gelmişti ve geri dönecekti. Üstelik o Ankara'yı terketmeden önce, ben Erasmus programıyla Mart ayında Budapeşte'ye gidecektim. Elimizde avucumuzda epi topu bir kaç ay vardı.

Avucumuzun içinden her gün kayıp giden o bir kaç aya neler sığdırmadık ki.. Sarhoş olup sabahlara kadar dans ettik, Ankara ayazında donmuş burunlarımızı çeke çeke Kızılay'dan Kuğulu Park'a yürüyüp birbirimize sokularak çay içtik, ortak arkadaşlarımızla birlikte okey oynadık, gezilere katıldık. Sırayla Kapadokya, Amasra ve Olimpos'a gittik. Ders çalışma bahanesiyle evden kaçabildiğim günlerde, gözlerimiz kapanana kadar Dexter ve Breaking Bad izledik, gece yarısı acıkınca birlikte mutfağa girip deneysel tarifler denedik. Kampüste buluşup, derse girmek yerine saatlerce tavla oynadık, finaller yaklaştığında birlikte sabahladık. Günler kayıp gittikçe birbirimize daha sıkı sarıldık, hem de öyle sıkı ki sanki bir diğerimiz her an kaçıp gidecek bir daha geri gelmeyecek gibi.

Sayılı günler çabuk geçti.. Erasmus işlemlerim için gereken evrakları toplarken güçlü olmaya çalışıyordum ama ayrılık çanları o kadar güçlü çalıyordu ki nefesim kesiliyor, rengim soluyordu.

Sonunda uçak biletim alındı ve gidiş tarihim netleşti. Son günümde tüm aile bizim evde toplanacağı için onunla bir gün önce vedalaşmaya karar vermiştim. Plan yapmıştık, ben gittikten sonra o da dönem bittiğinde Viyana'ya gelecek, orada buluşacaktık. Ben bu planların gerçekleşeceğine inanamıyordum, hem gerçek olsa bile bir daha asla aynı şehirde birlikte yaşayamayacak, bir daha her istediğimizde birbirimizi göremeyecektik. Bir kaç gün daha birlikte olabilmek için Erasmus hayalimden bile vazgeçmeyi düşündüm bir süre ama sonra ilk giden ben olursam eğer daha az acı çekeceğime karar verdim.

Vedalaştık.. Eve dönerken kulaklarımın uğuldadığını hatırlıyorum, eski türk filmlerindeki en ağır dram sahnelerinden birinde bir baş roldüm adeta, bozulmasından korktuğum mutluluğum bozulmuştu ve fevkalade acı çekiyordum efenim. Ertesi gün tüm aile bizde toplandı, kimseyi gözüm görmüyordu. En sonunda ayrılığa daha fazla dayanamayan sevgilim ; size geliciğim, babanla da tanışırım öldürecek hali yok ya dedi. Annem, kuzenim ve sevgili arkadaşım Derya ile babam için hemen bir senaryo yazıp Umut'u Derya'nın arkadaşı olarak takdim ettik kendisine.

O gün , bizim evde annemin yaptığı mis gibi poğaçalar taş olup oturdu midemize.. Bir gün sonra yollarımız ayrılıyordu ve biz misafircilik oynarken metanetli davranmaya çalışıyorduk. Nasıl oldu hatırlayamıyorum ama ertesi gün sabaha karşı yola çıkacak olmama rağmen annem ve babam dışarı çıkmama izin verdiler o gece. Bir kez daha görüşecek olmanın ferahlığı içinde Umut'u yolcu ettim.

Akşam benim için bir veda gecesi yapılacaktı. Bir kaç arkadaşım, kuzenim, teyzem ve o hep birlikte Kızılay'da buluştuk, fasıl yapan bir mekana, Sakarya'daki Çıngı'ya gittik. İki duble rakıdan sonra ayrılığın kelime anlamı kafamda zonklama, midemde yanma , kalbimde sıkışma , gözlerimde yaşlar ve diğer tüm yan etkileri ile birlikte aramıza oturdu, kovduysak da bugün git yarın gel dediysek de laf dinletemedik.. Altı ay boyunca korkulan oldu ve sımsıkı tuttuğumuz ellerimiz o gecenin sonunda ayrıldı.

Sabah annem havaalanına gitmek için uyandırdığında hala sarhoştum. Yolda havaalanına giderken, pasaport kontrolünden geçerken, uçak havalanırken aklımda hep aynı soru vardı :

  • Peki ya şimdi ne olacaktı ?


Devamı gelecek..