Sunday, March 31, 2013

Fesüppanallah



Hayatımın hiç bir döneminde dertlerimin bu kadar derya olup beni uykularımdan ettiğini, mengene misali boğazımı sıkıp beni nefessiz bıraktığını hatırlamıyorum. Öyle bi kapının önündeyim ki eşiği geçtiğim an arkamda bıraktıklarımla aramda hep özlem , hep yollar, uzun mesafeler olacak. Boğazıma düğüm olup takılacak sevdiklerim, ne zaman ki yağmurun, karın, baharda miss gibi çiçeklerin kokusunu içime çeksem burnumun direğinde bir sızı olacak hiç dinmeyen.. Öyle bir yol ayrımı ki bu, nereye gidersem gideyim rengim solacak, soluksuz kalacağım, bir yanım hep eksik hep yarım olacak. Çocukken annem kahvaltıda kakaolu süt mü, portakal suyu mu istersin diye sorduğunda karar veremeyip zırıl zırıl ağlayan ben hayatımın bundan sonraki kısmını derinden etkileyecek bu kadar ağır bi kararı nasıl vereceğim. Bütün bu sorularla kararan içimi, Berlin'in karanlık, karlı havasında bir yudum güneşe hasretken bir nebze olsun nasıl aydınlatacağım.

Bir yanda ailem, dostlarım, çocukluğuma, başımdaki kavak yellerine, hüznüme, sevincime, sessizliğime, sevdama tanıklık eden, doğduğum , büyüdüğüm şehir Ankara.. Diğer yanda elini ilk tuttuğum anda aslında çoktan bir daha bırakamayacağımı bildiğim, geçen her gün daha çok sevdiğim, uğruna takdire şayan mücadeleler verdiğim ve başımı omzuna her yasladığımda, beraber geçirdiğimiz her anda nefesimi tutup, zamanı dondurmak istediğim, bütün dertlerimin sorumlusu sevgilim, emek emek kurulmuş iki kişilik bir hayat ve sevmeye çalıştığım şehir Berlin..

Bu hikayede mutlu son olmadığını anlamak için alim olmaya gerek yok ama ben en acıklı, en dokunaklı, en kederli hikayelerde dahi son ana kadar umudunu kaybetmeden koruyan ve her daim tüm kötü adamları ortadan kaldırıp, sevenleri mutlu sona kavuşturacak olan 'o' mucizeyi bekleyebilen biriyim. Gözlüklerim var kömür karası.. gözlüklerim var yeşilçam pembesi.. Hangisini takarsam ona göre değişiyor günümün rengi.

Ben bir gurbet kuşuyum nereye uçarsam uçayım yönüm, sağım , solum gurbet.. Boynum bükük, rengim soluk, içimde hep bir hasret.. Anneme göreyse bu işler yalnız ve hep kısmet :)

Duygularıma tercüman Erkin baba'dan gelsin bu da öyleyse..






Friday, March 29, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum - 2


Berlin'de bugün hava yer yer stres ve isyan bulutlarıyla dolu, hafif mide bulantısıyla karışık, depresyon yüklüydü. Böyle havalarda, kendinizi ev işlerine verirseniz havanın kasvetini biraz unutur, dördüncü katın penceresinden aşağıya atlama, kafanızı fırına sokup gazı sonuna kadar açma ya da kendinize evdeki ilaç deposundan leziz bi kokteyl hazırlayıp bi nefeste yutma gibi bir takım tatsız ve rahatsız edici isteklerinizi bir parça öteleyebilirsiniz.

Bana gelince, ben her zaman günümü çamaşır, bulaşık, temizlik ve yemek gibi aktivitelerle şenlendirmesini bilen biri oldum. Ancak havada stres ve isyan bulutlarının yanında, öfkeyle karışık nefret rüzgarları esiyorsa tüm bu işleri bitirmek yalnızca bir yarım gününüzü alabilir. Bu durumda günün diğer kısmında hayati tehlikeniz devam ediyor demektir. Fakat yine de endişelenmenize gerek yok çünkü bendeniz 'Berlin'de bir gurbet kuşu' olarak test ettim onayladım, çözüm bir telefon mesafesi kadar yakında. Günün diğer kısmındaki hayati tehlikeden kurtulmak için telefon listenizde ne kadar kafa ütüleyici eşiniz dostunuz varsa kendilerini evinize davet etmelisiniz. Günümüz bilişim çağında telefonunuzu kullanmak yerine internet yoluyla sosyal medyadaki takipçilerinizi, arkadaşlarınızı çok mecburi durumlarda siber sapıklarınızı da davet edebilirsiniz. Burada önemli olan beyninizi kullanılmayacak hale getirene kadar meşgul edecek ve önemsiz ayrıntılarla dolduracak mümkün olduğunca çok bireye en kısa sürede ulaşabilmenizdir. Önemli bir ayrıntı olarak ağırlayabileceğiniz maksimum misafir sayısı kadar hayati tehlikeyi atlatma şansınızın yükseleceğini lütfen unutmayınız.

Bugün sizi neden burada toplamış olduğumu da böylelikle anlamış oldunuğunuzu umuyorum. Geçen seferki kurbanıma hikayemi anlatırken çaydanlığın altını yaktığım için sizlere çay ikram edemeyeceğim efenim, affınıza sığınıyorum. Evde ne kadar püskevit varsa dün geceki göz yaşı sağanağında önlem olarak tükettim, bu yüzden bugün burada yalnızca bol bol kuru laf ve sizleri hiç mi hiç ilgilendirmeyen hayat hikayemin ufak bir parçasını bulacaksınız. Bunun hem sizin hem de benim ruh sağlıma iyi geleceğini garanti ediyor, vereceğim geçici beyin durgunluğundan dolayı takdir edilmeyi bekliyorum.

Nerede kalmıştık.. Turuncu bir sonbahar günü..Yüzümdeki anlamsız çakır keyif gülüş ve taksiden inişimiz.. Eve vardığımızda, bizi kapının önünde bekleyen Alex, Jan ve Umut üçlüsüyle karşılaşmıştık. Üçü de birbirinden sevimli ve yakışıklı görünüyordu. Derya'yla göz göze gelişimizi hatırlıyorum, birbirimize gözlerimizle ohh iyi ki gelmişiz, gözümüz gönlümüz açılacak demiştik içeriye girerken. Erasmus arkadaşlarımızın poşetleri vodka, bira ve bilumum alkol ürünüyle doluydu. Kafası üç biradan sonra çoktan iyi olmuş ben, üzerine bir de iki bardak vodkayı yuvarlayınca önümü göremez duruma gelmiştim. O zamanki sarhoşluğun etkisi olsa gerek, tanışma faslını pek iyi hatırlayamıyorum ama Umut'un adını Umur diye anladığımı ve bütün gece ona Umur diye seslendiğimi hatırlıyorum. Sarhoşluğumdan faydalanan Alex, beni laptopunun başında kilitlemiş bütün gece anlamsız şarkılar dinleterek kız arkadaşıyla olan problemlerinden bahsetmişti. Kalkıp gidemiyordum bi türlü çünkü ağladı ağlayacak mahsun gözlerle anlatıp duruyordu çocuk, ingilizcem tüm söylediklerini anlamama yetmese de yapacak bir şey yoktu, kaderime razı gelmiştim bi kere ne söylese kafamı sallıyordum. Gözüm arada sırada masanın öbür ucundaki muhabbete kayıyor, Derya ve Umut'un sohbetlerinin ilerlediğine tanık oluyordum. Bir süre sonra Umut ve Jan, Umut'un karnı ağrıdığı için evden ayrıldılar. Benimse Alex'le olan çilem bütün gece bitmek bilmedi. Marco o gece iki kez aramış ancak ben duymamıştım. Her on beş dakikada bir acaba aradı mı diye telefonunu kontrol eden, Marco'yla tanıştıktan sonra telefonu adeta doğal bi uzvuymuş gibi kendine yapışık tutan ben, nasıl olduysa aradığını duymamıştım o gece. Belki de sonun başlangıcıydı bu ve ben o zaman farkına varamamıştım.

Gece eve döndüğümde apar topar Skype'ı açtım, belki bir ihtimal Marco'yu yakalar konuşma fırsatı bulurum düşüncesiyle ama yoktu. Son bi kuvvetle dişlerimi fırçalayıp, kendimi yatağa attığımda , ilk defa senaryonun 'Marco'yla yeniden karşılaşacağımız ilk gün' teması üzerine kurulduğu aptal hayaller kurmadan sade ve derin bir uykuya daldım.

O gün o evde vücudumun kimyasını değiştiren, rüyalarımdan başlayarak bütün ruhumu ele geçiren ve beni gün geçtikçe dönüştüren, değiştiren bir şey girmişti kanıma. Ben uykunun derinliklerinde her şeyden habersiz ilerlerken, kanımdaki şey tüm ekibiyle birlikte dönüşümün inşaatına Marco'yla ilgili kurduğum hayalleri yok ederek başlamıştı bile. Peki ama neydi kanıma bu kadar hızlı ve etkili karışan şey ? Yan etkileri, semptomları , sonuçları ne olacaktı ? Bütün bu soruların cevabını nasıl keşfedecektim..

Devamı çok yakında :)

Monday, March 25, 2013

Biz kızlar toplandık – Familiengarten






Berlin'de başıma gelen en güzel şey belki de Familiengarten'daki kocaman yürekli kadınlarla tanışmam oldu. Şehre geldiğim ilk gün, daha herşeye herkese yabancıyken, ürkekliğim mideme kocaman bi taş olup oturmuşken, elleriyle koymuş gibi buldular beni. O sabah Berlin'de ilk sabahımdı, ev arkadaşımın erkenden işe gitmesi gerekiyordu ve evde tek başıma oturup onun işten gelmesini bekleme fikrine katlanamamıştım. Böylece onunla birlikte sabahın erken saatlerinde Kotti'ye doğru ben de yola koyuldum.

Kreuzberg sınırını geçtiğimde, Türkiye'ye giriş yapacağımdan haberim yoktu o sıra.. Metrodan yukarı çıkıp da etrafa şöyle bi bakma fırsatı bulduğum anda, kendimi zamanı da mekanı da Almanya'nın dışında kurulmuş başka bi ülkenin , kendi ülkemin içinde buldum. Yüzümde salak bir gülümseme, yürümeye devam ederken önüme çıkan köprünün üzerindeki kocaman “ Kreuzberg Merkezi” yazısını gördüğümde doğru yerde olduğumu anlamıştım artık.. Neden bilmiyorum, orada öyle yürürken omuzlarım dikleşti, ilk günün getirdiği ürkeklik ve öz güven krizi hafif kırılır gibi oldu. Birkaç adım sonra, arkadaşım beni 'Simitci'yle tanıştırdı, uzun zamandır özlemi çektiğim şöyle mükellef bi türk kahvaltısı yapabilecektim sonunda, buradayken yiyeceklerin bile anlamı başka.. Daha önce bildiğimiz, sıradan siyah zeytin ve beyaz peynire duygusal anlamlar yükleyeceğimi söylese biri inanmaz, katıla katıla gülerdim herhalde ama o gün simitçide o zeytinleri gördüğümde, simitin kokusunu şöyle burnuma çektiğimde uzun zamandır görmediğim eski bir sevgiliyle karşılaşmış gibi heyecanlandım, midemde kelebekler uçuştu. Arkadaşım cep telefonu kullanmıyordu, bu yüzden o işten çıktıktan sonra buluşmamızın tek yolu benim onu aynı yerde, simitçide bekliyor olmamdı. İşinin erken biteceğini, oradan ayrılmamam gerektiğini söyleyip gitti.

Yalnız kaldıktan sonra, o biraz önce aşk yaşadığım zeytinler geçmedi boğazımdan, lokmalar büyüdükçe büyüdü ağzımda yutamadım. Midemde uçuşan kelebekler gitti, yerlerine kocaman ağır mı ağır bi taş geldi oturdu. O gün orada saatler geçmek bilmedi, sabah 9'dan beri bekliyordum ve hala gelen giden yoktu. Oturduğum yerde kök salmış, sıkıntıdan ölmek üzereyken yanıma ışıl ışıl iki tane genç kadın oturdu. Almanya'ya göç eden ilk jenerasyon kadınların sorunlarından, anaokulundaki çocukların almanca ve türkçeyi yeterince kullanamamalarından, iletişim problemlerinden bahsediyorlardı. Ben de master tezimi tam da bu konuştukları konulardan biri üzerine yazmak istiyordum, böylece konuşmaya çekinerek dahil oldum. Ondan sonra geçen on dakika içerisinde, ikisini de sanki yıllardır tanıyormuş gibi hissediyordum. Anlattıklarımı öyle can kulağıyla öyle ilgiyle dinliyorlardı ki mutluluktan ölebilirim. Beni Familiengarten'la tanıştıran işte hiç tanımadıkları birinin hikayesini gözlerini kırpmadan dinleyip, ona gönülden yardım etmek isteyen bu iki kadın oldu. Çaylarımız bitmek üzereyken, beni şimdi dört aydır stajer olarak çalıştığım ve birbirinden harika, cesur kadınlarla tanıştığım Familiengarten'a davet ettiler. Arkadaşımı beklemem gerektiği umrumda bile değildi artık ve peşlerine takılarak hayatımdaki en doğru kararlardan birini verdiğimi şimdi biliyorum.


Buradaki hikayeler , buradaki kadınların kocaman yürekleri, emekleri anlatmakla bitmez..Hepsini bi çırpıda anlatmaz hele hiç olmaz..Şöyle tadını çıkara çıkara yazmak istiyorum hepsini ayrı ayrı.. Bu yazı yalnızca bi giriş, şansımın döndüğü nadir anlardan birinin hikayesiydi.Daha anlatacak çok şeyim var, bekleyinnn de bekleyinnn :)

Sunday, March 24, 2013

Uçtum Uçtum Berlin'e Nasıl Kondum -1


Herkesin anlatmalara doyamadığı bi hikayesi vardır hayatında, hani laf açılsın ,dönsün dolaşsın da bana gelsin, herkes susup beni dinlesin dediği anları vardır. Düşün ki ben o anı uzun zamandır bekliyorum, tam sıra bana geldi ohh dediğim anlarda hep başkasının sözüyle bin parçaya bölünüyorum..Ne zaman ki söze başlayacak gibi olsam, şöyle ağzımı açıp hararetle anlatacak olsam hikayemi, beklenmedik bir kahkaha ya da umursamazlıkla karışık sabırsızlık bulutlarıyla sırılsıklam oluyorum. Gökyüzü tepeme çöküyor, neden hep benim hikayeme gelince hava yer yer sıkılgan ve parçalı ilgisiz oluyor anlamakta güçlük çekiyorum. Benim kimselere anlatıp da dinletemediğim , bi kere anlatmayı başarsam anlatmalara doyamayacağım bir hikayem var. Vay arkadaş!  Ne yapsam dinletemiyorum.
Şimdi düşün ki, sen ve ben..benim evdeki yeşil pofuduk kanepeye oturmuşuz ikimiz..İnce belli çay bardaklarımız elimizde, laf lafı açmış ; muhteşem yüzyıl'daki hürremin fettanlığından girmiş kuzey güney'deki cemre ve kuzey aşkının imkansızlıklarından çıkmışız da söz dönüp dolaşıp yine bana gelememiş bi türlü. Saçımı başımı yolmaya ramak kalmış artık, gözlerimde her an fışkırmaya hazır tazyikli su bombaları, isyanıma, tırlatmama şöyle azıcık bir şey kalmış.. Sen bi yerlerden vahiy gelmiş edasında kutsal bir sesle soruyorsun , “ Sahi , hiç anlatmadın..Sen ne oldu da geldin Berlin'e ? “ diye. Tam o anda, bulutlar çekiliyor, gökyüzünden bi ışık nur olup üzerine yağıyor senin. Sıçrayıp boynuna atlasam, kalkıp göbek atsam, sulu sulu öpsem şöyle yanaklarından çok istekli görünürüm, korkup kaçarsın. O yüzden hiçbirini yapmıyorum, dur ben önce çaylarımızı tazeleyeyim diyorum sakince. Senin çayına iki şeker, kendiminkineyse hikayemi atıveriyorum. Karıştırıyoruz birlikte, anlatmaya başlamadan önce senden küçücük bi iyilik istiyorum..Şimdi lütfen sus ve beni dinle sadece.
Sonbaharın en turuncu, en sıcak günlerinden biriydi ; 1 Eylül 2009. Gerçeği hayalden de güzel bi yaz yaşamıştım o sene. Gençtur vasıtasıyla Çek Cumhuriyet'inde ve İtalya'da ikisi de ikişer haftalık olmak üzere iki tane gönüllü gençlik çalışma kampına katılmıştım. Yanımda en yakın arkadaşım Oya, Alice Harikalar Diyarında misali daha çok görmek, daha çok yaşamak, daha çok tatmak için oradan oraya koşturmuştuk yaz boyu. Kimi zaman orta çağdan kalmış bi şatonun avlusunda arkeolojik kazı yaparken bulmuştuk kendimizi, kimi zaman da İtalya'da 2000 metre yükseklikteki bi dağda köylüler için su kanalları açarken. Dünyanın dört bi yanından insanla dört hafta boyunca komün hayatı yaşamıştık ; alnımızın terini, içtiğimiz biranın güzelliğini ve daha bir çok şeyi paylaşmıştık. Herşey bu kadar güzelken ve ben 'başımda kavak yelleri' isimli filmi hem yazıp hem oynarken Marco'yla tanıştım. Marco İtalyan'dı, bütün yıl boyunca çeşitli koca baş ve ayı cinsinin kırdığı, döktüğü kalbimi sevgisi, yakınlığı ve sıcaklığıyla tamir edip, onardı. O zamana dek oha bu kadarı da olur mu , hadi canım böyle de adam var mıymış yeryüzünde diyerek izlediğim aptal aşk filmlerindeki kadar gerçek dışı , hala rüya mı gerçek mi ayırt edemediğim, romantizm dolu günler yaşattı bana Marco.
Galiba biri sonunda beni gerçekten seviyordu, eğlenceli, romantik, duygusal üstüne üstlük yakışıklıydı. Böyle söyleyince kulağa sıkıcı geliyor biraz farkındayım ama o zamanlar kendimi sayısal lotto'da altı tutturmuş kadar şanslı hissediyordum. Ayrılık zor oldu, ağla zırla Türkiye'ye dönerken, herşeyin bittiğini düşünüyordum ama Marco sağlam çıktı. Her gün aradı, mektup yazdı.. Yazdan geriye kalan günleri, bütün diğer arkadaşlarım kumsalda güneşin ve denizin tadını çıkartırken, ben 40 derece sıcakta her gün kendimi o klimasız internet cafeye taşıyıp, nerdeyse tüm zamanımı Skype'ta Marco'yla ağlaşarak geçiriyordum. Herşey o kadar dram doluydu ki, kendimi onun Mecnun benimse Leyla olduğuma inandırmak üzereydim taa ki Ankara'daki o turuncu sonbahar gününe kadar.
O gün aylardan sonra, yanımda iki kız arkadaşımla birlikte, en yakın arkadaşlarımdan bir diğeri olan Burçin'in erkek arkadaşı Ertan ve Ali'yle buluşmak üzere Kızılay'daki Nedjima bara gitmiştim. Burçin , erasmus öğrencisi olarak Atina'ya gittiği için aramızda değildi. Ertan ve Burçin uzun zamandır birlikte yaşıyorlardı ve Burçin uzaktayken Ertan evdeki odalardan birini Türkiye'ye gelen başka bi erasmus öğrencisine kiraya vermeye karar vermişti. Nedjima'nın bahçesinde, tam keyfimiz hafif çakır olmuş ve dördüncü biralarımızın siparişini vermişken, Ertan'ın telefonu çaldı. Arayan odayı kiraya verdiği alman erasmus öğrencisi, Alex'di. Henüz anahtarı olmadığı için arkadaşlarıyla birlikte kapıda kalmıştı. Nedjima'dan apar topar kalkarken Ertan , ben ve arkadaşlarımın da onunla birlikte eve gitmesi için çok ısrar etti, uzun zamandır görüşememiştik ve evlere dağılmak için henüz çok erkendi. Şimdi düşünüyorum da, eğer o gün Ertan aklımızı çeldiyse bunda o ılık sonbahar havasının çok büyük payı var.
Öyle bi havaydı ki o, rüzgarındaki turuncuya kapılıp dünyanın öbür ucuna sürükleyebilirdi insanı peşinden. Nitekim Ertan'ın yaşadığı ev , benim evime dünyanın öbür ucuydu. O gün, 10 Eylül 2009'da sonbahar rüzgarına kapılıp o eve giderken, hayatımı tamamen değiştirecek bir adım attığımı hiç bilmiyordum. Hele bu adımın beni gün gelip de Berlin'e taşıyacağını aklımın ucundan bile geçirmemiştim.

Devamı çok yakında...




Friday, March 22, 2013

Müebbet



Dört duvar beton, masanın başında bir adam sussa duvara karşı susacak, konuşsa duvara konuşacak. Duvarlardan yana şikayeti yok, başına gelen en sağlam, en dirayetli, belki de en güvenilir dostluğu verdi ona duvarlar. Bu yüzdendir ki sitem etmiyor adam... Oysa yıkılıp gitseler durmasalar önünde öyle dimdik ve bakmasalar her gün yüzüne öyle buz gibi soğuk ve cansız, özgürlüğüyle arasında yalnızca bi kaç dikenli tel örgü ve bir dizi aptal demir kapı kalacak.
Yazıyor adam.. Yazdığı için haksızlığa uğruyor , haksızlığa uğradığı için yazıyor. Arada bir duvara susuyor, duvara konuşuyor ve küfrediyor yerli yersiz. Şimdi savunduğu, güvendiği, uğruna savaş verdiği ve tutunduğu her şey, herkes sessiz. Adam iskemlesinde öylece oturuyor sitemsiz. Duvarlara soru işaretleri kazıyor tırnaklarıyla, parmaklarının ucundan kan sızıyor. 
Dışarıda bi yerlerde insanlık efkarına kapılıp bi sigara daha yakıyor. Dumanı sızıyor hücreye ve göğsü patlarcasına içine çekiyor adam tek nefeste.
Adalet, başına ödül konulmuş azılı bir suçlu olarak aranıyor ülkenin dört bir köşesinde..

Sunday, March 17, 2013

Kara Şimşek


Özlem, güvenilir bi yerlere sığınmak istediğimde zamanın içinden geçip beni çocukluğuma götüren sihirli zaman aracımın adı.. Yalnızlığın boyutları genişleyip de beni yutmasına ramak kala, kara şimşek gibi son anda ortaya çıkıp beni kötü adamların elinden kurtaran sadık dostum, kahramanım benim özlem. Bugün işte o anlardan birinde, sessizlikten rengimin solduğu, tırnaklarımın morardığı o çaresizlikte, tam da kar ve güneşin penceremden birlikte akmaya başladığı sırada geldi, kurtardı beni. Çocukluğuma gittik birlikte, babaannemin evine. Televizyonun karşısındaki o küçük koltukta , güneşin belirginleştirdiği toz zerreciklerinin sihirli peri tozları olduğunu hayal ettim yine, büyülenmiş gibi izledim onları saatlerce. Rengim, sesim, soluğum hepsi geri geldiler. Orada öylece zaman geldi, zaman geçti..
Sonra gece...Gece geri geldi Berlin'deki pencereme..

Arabesk

Çocukken en yakın arkadaşımla ağaçlara tırmanırdık birlikte sonra da şarkılar uydururduk anlamlı anlamsız..Bilmediğimiz, gitmediğimiz ülkelerin dillerini taklit etmeye çalışırdık. Ben öyle acıklı şarkılar uydururdum ki söylerken boğazım düğümlenirdi, ikimizin de gözleri dolardı. Arabeske yatkınlığım o zamandan belliymiş demek ki..